Ülkücü Hareket'i Sınıflandırma Denemesi
Ülkücü
hareket, Cumhuriyet tarihinin neredeyse yarısına damgasını vurmuş siyasal ve
toplumsal bir olgudur. Onun üzerine bilimsel çalışmalar yapılmış olsa da hala
daha tanımlanması oldukça güçtür.
Aslına
bakılırsa kendisini ifade eden çarpıcı unsurlara sahiptir. Bir defa Ülkücü
hareket kendisini siyasal parti ve sivil toplum kuruluşu olarak somutlaştır,
bir nevi kurumsallaştırmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü
Ocakları, Ülkücü Hareket’in kimliğiyle özdeşleşmiştir. Üstelik Ülkücü
Hareket ile özdeşleşmiş bir lider de söz konusudur: Alparslan Türkeş.
Alparslan
Türkeş, kitaplarıyla, konuşmalarıyla, siyasi pratikteki uygulamalarıyla ve en
önemlisi de arkasında bıraktığı, 9 Işık Doktirini olarak adlandırılan
programıyla Ülkücü Hareket’in sınırlarını çizmiştir. Ülkücü Hareket; darbeler
yaşamasına, partisinin kapatılmasına, binlerce mensubunun öldürülmesine rağmen,
Türkiye’de kayıplara karışan birçok siyasi partinin aksine hayatta kalmayı
başarmıştır. Belki de bunu, Milliyetçi
Hareket Partisi, Ülkü Ocakları ve 9 Işık Doktrininde kurumsallaşmış
yapısı sayesinde başarmıştır.
Ülkücü
Hareket de, her siyasal hareketler gibi parçalanmalar, kırılmalar yaşamıştır.
Hatta Ülkücü Hareket, bir nevi bu parçalanmayla kendi kimliğini bulmuştur. 1969’da CKMP’den MHP’ye dönüştükten bir
müddet sonra Türk milliyetçiliğinin güçlü figürlerinden Hüseyin Nihal Atsız’ın
ve onun takipçilerine Milliyetçi Hareket’e tavır takınması, Ülkücü Hareket’in
anlamını bulmasını sağlamıştır. O zamana değin, Türk Milliyetçiliğiyle
özdeşleşen bir yapıyken artık, Türk Milliyetçiliğinin bir kolu olan Ülkücü
Hareket’e dönüşmüştür. Burayı anlamak oldukça mühimdir, zira Türk
milliyetçiliği içerisindeki tartışmalar, birbirlerini suçlayıcı, ötekileştirici
bir üsluba dayanmaktadır. Sözgelimi Atsız’ı takip eden gruplar Türkeş’i
ihanetle itham ederken, tersi de aynı şekilde geçerli olmuştur. Oysa ki
meseleye “Türk Milliyetçiliğinin iki ayrı kolu” şeklinde
bir yaklaşım benimsenememiş, hatta tartışılamamıştır.
Ülkücü
Hareket kimliğini bulduktan sonra ilk kırılma, Alparslan Türkeş’in 12 Eylül
darbesi sonrası hapse girdikten sonra olmuştur. Bir grup, Alparslan Türkeş’in
hapisten çıktıktan sonra “doğrudan liderliğini” kabul etmek istemeyip, ona bir
tür “fahri genelbaşkanlık” yahut “danışmanlık” rolü biçerken, diğer grup ise
Alparslan Türkeş’in liderliğiyle yola devam edilmesini istemiştir. Haliyle bu
da türlü kopmalara neden olmuştur.
Bundan
daha ciddi parçalanma ise, Muhsin Yazıcıoğlu’nun partiden ayrılmasıyla vuku
bulmuştur. Zira ilk kez, doğrudan Ülkücü Hareket ile özdeşleşmiş
karizmatik bir isim farklı bir parti kurma yoluna gitmiştir. Bu durum “ülkücü”
kavramının tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Muhsin Yazıcıoğlu ısrarla,
“Ülkücü kimliğinden vazgeçmediğini” ifade ederken, Alparslan Türkeş
“Ülkücülüğün yalnızca Milliyetçi Hareket Partisi’nde” olabileceğini
belirtmiştir.
Efsaneleşmiş,
kurucu genel başkan Alparslan Türkeş’in vefat etmesiyle durum daha da
çetrefilli hale gelmiştir. Devlet Bahçeli genel başkan koltuğuna otururken, ona
muhalefet edenler partiden ayrılsalar da “ülkücü kimliğini” bir
kenara koyamamışlardır. Yakın zamanda İYİ Parti’nin ortaya çıkışı “ülkücü
kimlik” tartışmalarını daha da alevlendirmiştir.
Aslına
bakılırsa böylesi bir tartışmayı yapmakta herhangi bir beis yoktur, hatta uygun
koşullarda yapıldığında fayda dahi sağlayabilir. Buna rağmen tartışmanın üslubu
ve niteliği hiçbir zaman nitelikli olmamıştır. Ülkücü kimliği nedeniyle işkence
görmüş, hapis yatmış, çatışmalara girmiş kişilerin psikolojik bağlılığı bu tür
tartışmaların duygusal bağlamda kalmasına yol açmıştır. Bunun sonucu olarak
tartışma seviye atlayamamış hep basit düzeylerde ele alınmıştır.
Aradaki
tartışmaları bitirmek isteyen kimi iyi niyetli yaklaşımlar, ülkücü kimliğin
tanımını olabildiğince geniş tutarak ara yol bulmaya çaba göstermişlerdir.
Çünkü bu kişiler nazarında, ülkücülük, tamamen “ahlaki bir olgudur”; cesaret,
yardımseverlik, güzel huylu olma, özgürlüğe düşkünlük gibi ülkücü hafızadaki
iyi erdemlerin hepsi ülkücülük özdeşleşmiştir. Bundan dolayıdır ki, bir kişiye “ülkücü
değildir” demek, ona doğrudan ahlaksız demekle, hakaret etmekle eş anlamlı
olarak anlaşılmıştır.
O
yüzden ülkücü kimlik tartışmalarını sağlıklı bir zemine oturtmak
gerekir. Öncelikle kişiler üzerinden tartışmayı bir kenara bırakmak elzemdir.
Örneğin “Muhsin Yazıcıoğlu ülkücü müdür, Mansur Yavaş ülkücü müdür” gibi
sorular böylesi bir tartışmaya teşne edilmemelidir.
Çünkü
ülkücülük, pratik ve ahlaki bir olgu olduğu gibi teorik de bir olgudur. Onun
için sosyal bilimler açısından değerlendirilmesi ve kavramlaştırılması zorunludur.
Kavramlaştırmaksa genişletmek değil daraltmaktadır, çünkü onun
özelliklerini kesin sınırlarla belirleyerek ayırıcı özelliklerini tespit
etmek gerekir.
Buna
göre Ülkücü Hareket yukarıda belirtilen üç kurum üzerinden değerlendirmek doğru
olacaktır: Milliyetçi Hareket Partisi, Ülkü Ocakları ve Alparslan
Türkeş’in pratik uygulamaları. Çünkü Ülkücü Hareket’in tarihi bu üç
olgu etrafında şekillenmiştir. Dolayısıyla ülkücü kimliğin unsurları
bunlardır.
Yaklaşık
45 yıl boyunca bu kurumlarda bulunmuş ya da Alparslan Türkeş’i takip etmiş
kişilerden, doğal olarak sayılan kurumlara ve Alparslan Türkeş’e eleştiriler
yükselmiştir. Bu eleştiriler bazen ülkücü kimliği oluşturan unsurlar
reddedilmeden gerçekleşmiş, bazen de reddedilmiştir. Şüphesiz kendileri açısından haklı
bulundukları yönler de bulunmaktadır. Ancak sağlıklı olanı, ülkücü kimliği oluşturan
unsurları reddeden kişilerin kendilerini farklı bir kimlik üzerinden
tanımlamasıdır. Böylelikle Türk
milliyetçiliği çatısı altında çok daha verimli koşullar yeşerecektir.
Sonuçlandırmak
gerekirse Ülkücü Hareket, Türk Milliyetçiliğinin yalnızca bir koludur;
Türk milliyetçiliği çatısı altında daha liberal, daha muhafazakar ya da daha
Kemalist düşüncelere yatkın oluşumların çıkması mümkündür ve doğaldır.
Sözgelimi İYİ Parti’nin kendi kimliğini şekillendirmesi Türk milliyetçiliği
açısından daha doğru olacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder