Düşüncelerin Özgürlüğü Üzerine

                                                                  

Bazı şeyler ancak belirli bir bakış açısıyla bakıldığında anlam kazanır. İdeoloji belki de en çok buna benzer.
[Resim, Hans Holbein, Elçiler, 1533]


  -Guy bana şöyle dedi: "Sen Marx'ı anladığın için Komünist değilsin, Komünist olduğun için Marx'ı anlıyorsun. 

   Slavoj Zizek, (çev.) Tuncay Birkan, İdeolojinin Yüce Nesnesi, Metis.


    Her yazıya olduğu gibi bu yazıya da başlıkta somutlaşan konuyu düşünmeye ve yazmaya beni sevk eden şeyi izah ederek başlamalıyım. Birincisi, iddia odur ki, birtakım insanlar düşüncelerinde daha özgürdür. Bu varsayımı iki tipoloji üzerinden ele alalım; ilki ideolojik bağlılığı bulunan birey, ideolojik birey, ikincisi ise, ideolojiyle bir zamanlar bağı bulunmuş daha sonra bu bağdan “kurtulmuş” birey. Buradaki ideolojiyi dini inanç ölçüsünde de düşünebiliriz. Genellikle ideolojiden yahut dini inançtan kopmuş olan birisinin temel önermesi “aklını kullanarak özgürleştiği” ve bağımlılıktan kurtulduğu yönünde olur. Bu iddia sahibi kendisinin akli yetenekleriyle, tamamen özgür iradesiyle “doğruyu bulduğunu” iddia eder. -İlginçtir, belki de değildir, aynı iddia sahibi ideolojik veya dini inanca sahipken de hakikati tekelinde bulundurduğuna inanıyor ve propagandasını yapıyordu.- O bu yargısında o kadar emindir ki, aynı ideolojik mahalleyade kalmaya devam edenlerin kimisini ahlaksız, kimisinin akılsız kimisinin ise hem ahlaksız hem akılsız olduğunu iddia eder. -Böyle söyleyince kendisi de hem akıllı ve hem ahlaklı oluyor ki dün de böyle olduğunu ideolojik eksende düşünüyordu.- Söz konusu birey bu özgürleşmeyi yaşar yaşamaz en doğal rakip olarak henüz özgürleş(e)memiş olanları görür. Üstelik terketmiş olduğu mahalleye diğerlerinden daha çok düşmandır artık. Tabii ki kalanlar için de durum böyledir. Grubun içerisinde yer alıp da bu yargıyı reddeden kişi o ideolojik grup tarafından en büyük düşman olarak görülür. Ayrılanlar, diğer ideoloji sahiplerinden daha çok nefret objesine dönüştürülür. Bu durumu istisnasız hangi ideolojik grubu incelerseniz tespit edebilirsiniz.

            Biz yeniden özgürleşen bireyimize dönelim. Bu tür iddia sahibi yargılarında ne denlidir haklıdır, akli imkanlarını kullanarak özgürleştiği doğru mudur? Ben yazının buraya kadar olan kısmında ortaya koyduğum üzere bu iddianın makul olmadığını düşünmekteyim, izah edeyim…

            Öncelikle, Dücane Cündioğlu’nun da isabetli şekilde belirttiği üzere, ideolojilerden veya dini inanışlardan kopuşlar uslamlama yoluyla olmaz daha çok sosyo-psikolojik faktörler neticesinde meydana gelir. Nitekim kültürel bir varlık olarak birey sürekli toplumsal etkileşimlere maruz kalır. İdeoloji veya dini benimseyişi bu etkileşimler neticesinde ortaya çıkar. Bu etkileşim olumlu olabileceği gibi olumsuz da olabilir. Örneklendirmek gerekirse sosyal demokrat bir ailede büyüyen bir kişi elbette Ülkücü olabilir, fakat bu ya okul, mahalle, rol model alınan akraba vasıtasıyla olumlu şekilde cereyan edebilir ya da ailenin üzerinde kurduğu baskıya bir tepki biçiminde olumsuz şekilde meydana gelebilir. Kopuş da yine aynı şekilde bahsi geçen toplulukların olumlu/olumsuz etkilerine ek olarak dahil olunan grubun olumsuz etkisiyle “travmatik” şekilde meydana gelir. Yaklaşık 10 senesi Ülkü Ocakları’nda geçmiş biri olarak hareketten kopuşların birçoğunun üniversite sonrası hayatla yüzleşmenin sonucunda gerçekleştiğine şahit oldum. Genellikle lise yaşlarında milliyetçi/ülkücü görüş ile temas eden, Ocaklar aracılığıyla teşkilatlanan gençler “yüksek idealler”, daha doğru ifadeyle “dava” uğruna mücadele etmeye başlarlar. Bu ilk dönemde gözleri davadan başkasını görmez, daha başlangıçta sağlıklı bir ilişki kuramadıkları için hayatla ilk doğrudan yüzleşmelerinde çok sert bir gerçeklikle karşılaşırlar. İyi bir üniversiteyi/bölümü kazanamamayı, okulu bitirememeyi, yeterince çalışamamayı hep ideolojiyle kurdukları ilişkiye bağlarlar. Haliyle kopuşu tamamen psikolojik şekilde cereyan eder. Benim karşılaştığım en çok ayrılma nedeni budur. Bundan başka ikinci örnek, bireyin “keskin” görüşleri nedeniyle teşkilatın önde gelenleriyle ya da teşkilatın geneliyle uyumsuz bir ilişki yaşamaları sonucunda kopuşlardır. Genellikle lisede, ya da ilk gitmiş olduğu “Ocak”ta sıcak bir karşılama almış oraya aidiyet ile bağlanmış daha sonra başka vesilelerle ikinci gittiği Ocak’ta aynı sıcaklığı bulamamış bireyler kopuşlar yaşarlar. Bu kopuşları önce kendi keskin ve doğru olduğuna inandığı görüşlere bağlayıp, kendisinin çok daha doğru bir Ülkücü olduğunu, diğerlerinin yanlış yolda olduğunu düşünür, sonrasında ise tam tersi olduğuna kanaat getirir. Ancak bunların hiçbirinde özgür akıl yürütme olmayıp psikolojik etkileşimler söz konusudur. Elbette aidiyet kırıldıktan sonra akli çıkarımlarla düşüncelerini meşrulaştırmaya giderler. Eğer bireyin düşünceyle olan teması yüksekse okumalara ağırlık verir. Her okuduğu eser bu ayrışmayı arttıracağı için kendi aklıyla özgürleştiğine olan imanı daha da artar. Burası bence en kritik noktalardan biridir. Zira ister ideolojik olsun, ister ideolojiden kopmuş olsun isterse de ideolojiyle hiç temas etmemiş olsun düşünceye ehemmiyet veren bireyler için okumak başı başına özgürleşmenin bir aracıdır. Bu kısmen doğru olsa da içerisinde bazı sorunlar barındırır. Öncelikle bireyi okumaya yönlendiren etmenler dışsaldır, iradi değildir. İkincisi hangi kitapları okuyacağı konusunda iradi değildir. Her şeyden önce bildiği dilden yazılandan başkasını okuyamaz, ayrıca onun milyonlarca kitap içerisinden “bazı” kitaplarla temas etmesi de iradi değil dışsal (para, o kitaba rastlamak, tavsiye üzerine almak gibi) etkenlere bağımlıdır. Dolayısıyla okuduğumuz, okuyacağımız, okumuş olduğumuz kitapların gerekçelerine bağımlı değil miyiz? Bunun da ötesinde okumak daima öznel bir şeydir. Aynı kitabı okuyan bireylerden birisi ideolojik iddialarını güçlendirirken diğeri ideolojinin temellerini sarstığını düşünür. Bu sebeple okumanın bizatihi kendisi özgürleştirir mi?

            Yazıyı, metnin temel önermesine bağlıyım: ideolojiden azade olduğunu düşünen de ideoloji ile aidiyet bağı mevcut olan da bağımlıdır. Eğer ideolojiyle ilişkisini sağlıklı bir şekilde inşa edememişse ona bağlıyken de bağlı değilken de hakikati sürekli elinde bulundurduğunu düşünür ve sahip olduğu bütün düşüncelerin propagandasını yapar. Ona göre karşıdaki daima haksız, aptal yahut ahlaksızdır. Her iki tipolojinin akıl yürütmeleri de çoğu zaman benzerdir. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MİKRO-İKTİDAR BİÇİMİ OLARAK: HOCANIN İKTİDARI

Spinoza'dan Hareketle "NOAH (2014)" Filmi Çözümlemesi

MHP-AKP İTTİFAKI: İÇERİDEN BİR ANLAMA ÇABASININ ANLATIMI