Milli Mücadele: Aktörler ve Vizyonlar

 Lozan Antlaşmasını baz alırsak Milli Mücadele’nin üzerinden 99 yıl geçti. Türk tarihi ve dünya tarihi içinde oldukça özgün bir yer edinmiş Milli Mücadele dönemi hakkında hatrı sayılı derecede eserler üretildi. Uzmanlara bakılırsa İstanbul’un işgal dönemi haricinde (ki Kemal Tahir’in romanları bir nebze bu dönemi aydınlatır) geri kalan tüm boyutları esaslı şekilde incelendi. Buna rağmen kamunun Milli Mücadele kavrayışı oldukça eksik görünmektedir. Konunun uzmanı ve alakadarı olmayanlar bir yana nice akademisyen, öğretmen, siyasetçi vs. ’nin mevzuyu anlamakta yetersiz olduklarına her ortamda şahitlik ediyoruz. Bunun nedenlerinden biri okuma kültürünün eksikliğidir. Diğer nedenler ise taraf ve bîtaraf olma alışkanlığımızın kavrayışımızı oldukça köreltmiş ve empati yeteneğimizin vasat düzeyde olması -ki empati yeteneğinin gelişimin kitap okumayla doğrudan ilişkisi olduğu yönünde çalışmalar mevcuttur-. Ben bu yazıda döneme dair okumalarımdan yola çıkarak Milli Mücadele dönemi aktörlerinin kavrayışlarına dair çok kısa açıklamalar sunmaya çalışacağım. 

1. İTTİHATÇILAR:

İttihatçılar mevzusu Milli Mücadele döneminde en sık tartışılan konuların başında geliyor. Gerek işgalci kuvvetler, gerek Padişah ve İstanbul hükümeti, gerekse de Mustafa Kemal Paşa’nın ittihatçı değerlendirmesi oldukça olumsuz. Sayılan aktörlerin hepsi İttihatçıları Savaşın tek sorumlusu olarak görmekteler. (Mustafa Kemal Paşa’nın Dünya Savaşı’na Türkiye’nin girişi hakkındaki görüşü “savaşa girmenin zorunlu olduğu” yönünde ancak İttihatçıların ülkeyi çok erken bir dönemde savaşa soktuğunu düşünüyordu.) İngiltere bunun intikamını almak için İttihatçılarla uzaktan yakından alakası bulunan herkesi ya sürgüne göndermiştir ya da idam etmiştir. Yine Vahidettin de kurulacak olan yeni mecliste ve hükümette İttihatçılıkla ilişkisi bulunan bir kişiyi görmek istememiştir. Hatta 9. Ordu Müfettişliğine kimin seçileceği konusunda yapılan tartışmalarda İngiltere ve Vahidettin seçilecek kişinin İttihatçı olmaması konusunda büyük bir özen göstermişlerdir. Neticede Mustafa Kemal Paşa’nın ittihatçılara olan mesafesi bilindiği için onun 9. Ordu müffettişi olarak atanmasında herhangi bir beis görülmemiştir. 

Milli Mücadele döneminde İttihatçı tartışmasının bir başka yönü onların Milli Savaş’a ne denli katkı sunup sunmadığıyla ilgilidir. Cumhuriyet’in ilk dönemindeki tarih anlatısında İttihatçıların etkisi olabildiğince gözardı edilse de İttihatçılığıyla nam salmış birçok ismin Kurtuluş Savaşı’nda aktif rol oynadığı bugün çok iyi şekilde bilinmektedir. 1918’de Enver Paşa’nın savaşın muhtemel gidişatını görerek hiç yıpranmamış bir orduyu Doğu’ya doğru hareket etme emri vermesi bu ordunun ise Milli Mücadele’nin gerçekleşmesindeki en önemli güçlerden biri olması en önemli katkıları olarak zikredilebilir. Haricinde Talat Paşa’nın emriyle kurulan Karakol Cemiyeti’nin yürüttüğü istihbarifaaliyetler ve bilhassa da Ankara’ya silahların gönderilmesinde oynamış olduğu etkin rol aynı kapsamda ifade edilebilir. Fevzi ve İsmet Paşaların dahi bu örgüt aracılığıyla Anadoluya geçtiği bilinmektedir. Yine Enver Paşa’nın Milli Mücadeleyi çok yakından takip ettiğini Mustafa Kemal Paşa ile olan yazışmalarından biliyoruz. Hatta Enver Paşa’nın Sakarya Savaşında Türk ordusunun kaybetmesi durumunda derleyeceği bir orduyla mücadeleyi devam ettireceğini beyan etmesi bu ilgiyi çok net bir şekilde göstermektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın, Enver Paşa’nın Anadolu’ya girişini engelleme teşebbüsleri onun dahi bu iddiayı ne denli ciddiye aldığını göstermektedir. Dolayısıyla ittihatçı birçok subay ve aydının yanısıra Talat ve Enver Paşaların milli mücadeleye ilgisi ve desteği aşikardır. Talat Paşa Almanya’dan daha diplomatik bir mücadele tarzı benimsemişken, Enver Paşa bilhassa İngilizlerle mücadele etme hırsıyla savaşın cephe ve boyutunu genişletme amacı gütmüştür

2. PADİŞAH VE DAMAT FERİT:

Milli Mücadele döneminin en anlaşılmak istenmeyen aktörleri belki de Vahideddin ve Damat Ferit olmuştur. Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından onlarına atfedilen “hain”lik damgası hiç de şaşırtıcı olmamakla birlikte abartılıdır. Bu görüşün aksine özellikle Vahideddin’eatfedilen “milli mücadelenin” başlatıcısı olma övgüsü ise biraz gülünçtür. İki tarafın savunucularının da belgelere dayanmasına rağmen uç yorumlarda bulunması en çok psikolojik faktörleri es geçme ve empati yapma eksikliği nedeniyledir. 1918’den sonra Vahideddin ve Damat Ferit’in vizyonu değerlendirilmeye muhtaçtır. Türkiye’de tarih belgelerine ve bunları okuyup değerlendirebilme yeteneğime güvensem derhal Damat Ferit’in biyografisini yazmak isterdim. Elbette tarihi kişilere taraf olma ihtiyacı hissedenler bu isteğimi hor görecektir. Her ne kadar Padişahın ve Damat Ferit’in görüşlerini bilhakkındeğerlendirme imkanım bulunmasa da çok kısa bir şekilde özetlemeye çalışacağım. 

 4 Temmuz’da hiç beklemediği bir anda kendisini Padişah olarak bulan Vahideddin’in ilk amacı savaşı sonlandırmaktı. Zaten bu amacına ulaşmak için İngiliz dostluğuyla bilinen Damat Ferit’i sadrazam olarak yanına aldı ve Fransız dostu olarak bilinen General İzzet Paşayı Fransız makamlarıyla görüşmek üzere göndermeye çalıştıVahideddin bu hamlesiyle yaklaşık 200 yıldır hanedanlık politikasını devam ettirmek istediğini gösteriyordu. (Nitekim imparatorluk gerilemeye başladığından beri çare olarak Düveli Muazzama ’yayakın isimler üst kadrolara getirilerek denge politikası icra edilmeye çalışılıyordu.) Neticede çok ağır mütareke şartlarına rağmen ne pahasına olursa olsun barış yapmayı kabul etti. Vahideddin’inbundan sonraki amacı İngilizlerce tanınmaktı ki bu isteğinin karşılığını da aldı. Bu iki amacın gerçekleşmesinin ardından Damat Ferit’in de etkisiyle Vahideddin’in tek bir amacı kalmıştı İngiliz mandası olmayı İngilizlere kabul ettirmek. İşte bu son amaç Milli Mücadele sonrası tarih anlatısında iyi şekilde kavranamamıştır. Pek tabii mandacılığın reddedilmiş olması Türk tarihi için bir övünçtür ancak mevcut şartlar içerisinde mandacılık görüşünü reddeden aklı başında birini bulmak pek mümkün değildir. Mustafa Kemal Paşa’nın dahi Erzurum Kongresinden sonra Amerika’nın Türkiye’yi mandasına kabul etmesine dair bir mektubu imzaladığı bilinmektedir. Burada gözlerden kaçan nokta mandacılık teklifinin ne İngilizlerden ne de Amerika’dan gelmiş olmasıdır. Hatta iki devlet de bu teklifi reddetmişlerdir. Vahideddin’in ve Damat Ferit’in İngiliz mandasını istemelerindeki amaç imparatorluk bütünlüğünü korumaktır. Sevresantlaşmasından önce Damat Ferit’in raporlaştırdığıve İngiltere’ye sunduğu teklifi anlamak büyük ölçüden bu meseleyi anlamak demektir. Bu rapora göre Arap olmayan ülkeler doğrudan Padişah’a bağlanmalıdır, Arap ülkelere özerklik sağlanmalıdır ancak onların da halifeye bağlılığı devam etmelidir, Sultan dış politikanın icrasında mutlak serbest olmalıdır ve imparatorluk arazisinde küçülme olmamalıdır. Bunun yanında 15 yıllığına İngiltere’nin, Padişah’ın atadığı valilerin yanında bir müsteşar göndermesi ve maliyede tam denetim sağlamaları teklif edilmektedir. Haliyle Padişahın amacı İngiltere sayesinde ve desteğiyle imparatorluk bütünlüğünü muhafaza etmek ve hatta ülkenin ekonomik kalkınmasını sağlamaktır. Bu istek tabii ki de İngiltere tarafından kabul edilmemiştir. Ancak Padişah’ın son ana kadar bu teklifte ısrar ettiği görülmektedir. Eğer bu düşünce göz önünde tutulursa Vahideddin’in Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesinde “Paşa, Paşa memleketin kaderi sana bağlıdır” cümlesi de daha iyi anlaşılacaktır. Genelde Vahideddin yanlıları bu ifadeyi Vahideddin’in milli mücadeleyi başlattığı şeklinde yorumlamaktadır, karşıt görüşte olanlarsa bu görüşmeyi inkâretmektedir. Bir kere Gothhard Jaeschke’ye bakılacak olursa bu görüşme gerçektir. Ancak Padişah’ın bu ifadesindeki asıl neden Mondros Mütarekesi ile alakalıdır. Çünkü mütarekeye göre ülkenin herhangi bir yerinde karışıklık çıkarsa itilaf devletlerinin buraya müdahale etme hakkı bulunmaktadır. Zaten 9. Ordu müfettişliği de bölgede azınlıklara karşı bir müdahale olmasın diye mütarekeye uygun olarak oluşturulmuştur. Dolayısıyla Vahideddin Mustafa Kemal’e milli mücadeleyi başlat diye değil, tam aksine öylesi bir karışıklığı engelle diye bu konuşmayı yapmıştır. Yine, düşman askerlerini ve gemisini görmeye dahi dayanamayan Padişahın işgalcilere karşı gerçekleşen saldırıları kınamasının asıl nedeni de budur. Ona göre tek kurtuluş yolu belirli süreliğine İngilizlerin himayesine girmektir ve daha sonra geleneksel imparator/halife siyasetine devam etmektir. 

3. MİLLİYETÇİLER:

Sıra geldi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğini yaptığı Milliyetçi cenaha. Bu ibareyi kullanmamın sebebi dönemin önde gelen uluslararası gazetelerinin milli mücadeleyi gerçekleştirenleri bu adla anıyor olmaları ve gerçekten de onların en belirgin özelliğinin bu olması. Zira bilindiği üzere Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkmadan önce dahi yerel direniş örgütleri kurulmuştu ancak bunların hiçbirisi ne imparatorluğu kurtarmayı tahayyül ediyor ne de milli bir devlet kurmak istiyorlardı. Hatta yerel güç odaklarının bazıları kurmuş oldukları otoriteden o denli memnundular ki düzenli orduya karşı direniş sergiliyorlardı. Oysa Mustafa Kemal Paşa’nın tasavvuru ne yerel bir direniş kurmak ne de imparatorluğu kurtarmaktı o 1907 yılından beri düşlediği Türk milli devletini inşa etmek istiyordu. Bu iddia biraz abartılı olacaktır ancak 1914 yılında karar merciinde olsaydı daha sonra Misak-ı Milli olarak adlandırılacak sınıra ordusunu çeker, savaşa ancak işgal kuvvetleri bu sınıra dayanırsa girerdi. Haliyle Yemen’de, Mekke ve Medine’de bir savaşa dahil olmayı pek de istemezdi. Bu kısmı anlamak mühimdir çünkü Padişah ve Mustafa Kemal Paşa’nın vizyonları en çok burada ayrışmaktadır. Padişah geleneksel/toprağa dayalı imparatorluk siyasetini devam ettirmek isterken Mustafa Kemal Paşa toprağa bağlı olmayan haliyle büyük toprak parçalarına ihtiyaç olmayan küçük, belirli bir ulus devleti tercih ediyordu. Bu yüzden mücadele biçimleri de sahip oldukları vizyonlara göre farklılaşıyordu. 

Milli Mücadele kadrosunu Milliyetçiler olarak adlandırmayı doğru bulmamın başka bir nedeni bu kadronun meclise dayalı bir irade ile hareket etme istekleri. Her ne milli mücadele süresi boyunca Ankara Hükümeti Padişah’a karşı olumsuz bir davranışta bulunmamışsa da milli iradeye dayalı bir meclisin doğal rakibi Padişah olmaktaydı. Milliyetçilik ile demokrasi ikiz kardeştirler önermesinin doğru olmasının en önemli nedenlerinden biri de yine milli iradeye dayalı bir meclis anlayışının var olmasıdır. Yeri gelmişken belirtilmesi gereken bir başka nokta MilliMücadele’nin hem bir dış savaş hem de bir iç savaş olduğu gerçeğini idrak etmektir.

Milli mücadeleyi yürütenleri bir kadro etrafında düşünmek ve milliyetçiler olarak adlandırmak bir başka anlamı da beraberinde getirir. Bilindiği üzere konuya dair en ciddi tartışmalardan biri Mustafa Kemal Paşa’nın mücadeleyi tek başına yürütüp yürütmediğiyle ilgilidir. Aklı başında olan hiç kimse bu mücadeleyi tek bir kişiye indirgemez ki zaten Mustafa Kemal Paşa’nın da böyle bir iddiası yoktur. En son Murat Bardakçı’nın 19 Mayıs: Bir Devlet Operasyonu kitabı belgeleriyle bu meseleyi aydınlatmıştır. Kitabın temel tezi Milli Mücadelenin bir kadro eliyle başlatıldığı ve yürütüldüğüdür. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmadan öncebu kadro eliyle görevlendirmelere yapılmış Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi isimler Anadolu’ya gönderilmiş ve yukarıda zikredilen Karakol örgütlenmesi gibi kuruluşlar tesis edilmişti. Bardakçı’dan önce Sina Akşin’in de bu iddiayı doğrudan olmasa da dillendirir. 19 Haziran’da Amasya’da kurulan kendisinin Amasya Askeri Örgütü olarak adlandırdığı Ali Fuat, Refet, Rauf, Cemal ve Mustafa Kemal Paşalardan oluşan bu örgüt Amasya Tamim’ini yayınlayarak işgalci güçlere karşı ilk ulusal mücadeleyi başlatmış oluyorlardı. Tabii ki bu tür bir anlatı ve vizyonu ortaya koyarken en dikkat edilmesi gereken husus Mustafa Kemal Paşa’nın katkılarını küçümsememek olmalıdır. Her türlü şartlar hazır olsa dahi dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş olan MilliMücadeleyi yönetmek ve sonrasında başarılı bir ulus devlet kurmak takdire şayan olurdu, kaldı ki Mustafa Kemal Paşa’nın ve milli mücadelenin aleyhindeki koşullar yardımcı olacak koşullardan çok daha fazlaydı. 

4. HALK:

Milli Mücadele döneminin son bir aktörü olarak halkı zikretmek gerekir. Her ne kadar benim de dahil olduğum milliyetçi cenahta “bu millet yeri geldiğinde mücadele etmesini bilir” diskuru sıklıkla tekrarlansa da işin gerçekliğinin hiç de bu kadar kolay olmadığını tarih göstermiştir. Devletin gücü olmasa, kendi rızaları dahilinde dini değerlerince mukaddes gördükleri Cihad’a dahi katılımları ne ölçüde olurdu hayli tartışmalı bir meseledir. Nitekim gerek Balkan Savaş’ında gerekse de İstanbul’un işgalinde şahit olunan manzaralar her milliyetçinin unutmak isteyeceği cinsten anlatılar sunmaktadır. Evlatlarını Balkan Savaşlarında, Çanakkale’de Yemen’de, Bakü’de, Sarıkamışta şehit veren Anadolu halkının yeni bir çatışmaya gücünün kalmadığı da ayrıca bilinmektedir. Bundan ötürüdür ki Müslüman Hintlerden oluşan İngiliz işgalcilerine esaslı bir direniş olmamıştır. Padişah’ın vizyonunu şekillendiren olgulardan biri de şüphesiz budur. Peki nasıl oldu da böylesi psiko-sosyolojik bir durumda Türk halkı Milli Mücadeleye destek sağladı. Sina Akşin’e göre bunu sağlayan üç olay mevcuttur. İlki Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamı, ikincisi İngilizlerin İstanbul’u işgali ve bence önemlisi Yunanların İzmir’i işgali. En önemlisi diyorum çünkü İngilizlerin de en çok pişman olduğu hadise Yunanların İzmir’e çıkışına izin vermek olmuştur. İngilizlerin Osmanlı üzerinde tahakküm kurması halkın üzerinde son derece sınırlı bir rahatsızlık uyandırıyordu. Bir kere İngilizler güçlü bir devletti haliyle onlara karşı mücadele etmiş olmak ve onurlu bir yenilgi almak kabul edilebilir bir şeydi. Öte yandan İngilizler Mısır, Hindistan gibi coğrafyalarda büyük İslam nüfüsunu barındırıyor ve bir ölçüde nasıl hareket edeceklerini biliyorlardı. Bunların aksine Yunanlar daha birkaç yıl önce tebaa olarak görülüyordu ve Yunan askerleri/rumlar her yerde zulüm uyguluyordu. Bundan dolayı Yunanların işgalinde halkın bir kesiminde kurtuluşa dair başka çarelerin aranması düşünmesi oluşmaya başlamıştı. Fakat Mustafa Kemal ve Milli Mücadele kadrosu olmasa bu düşünce asla yerel direnişin ötesine geçmezdi. 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MİKRO-İKTİDAR BİÇİMİ OLARAK: HOCANIN İKTİDARI

Spinoza'dan Hareketle "NOAH (2014)" Filmi Çözümlemesi

MHP-AKP İTTİFAKI: İÇERİDEN BİR ANLAMA ÇABASININ ANLATIMI